Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.
16:37 - Eşarp Bağlam Yöntemleri Nelerdir
16:24 - Fizik Tedavi Nedir
16:04 - Peynir Zehirler Mi
16:02 - Portakalın Faydaları
15:57 - Kahvenin Faydaları
15:52 - Çayın Faydaları
01:22 - Gizli Şekeriniz Olabilir! İnteraktif Öğren
00:53 - Burç Astroloji
22:31 - Victor Osimhen Kimdir
21:05 - Yunus Akgün Kimdir
Telefon elimdeydi, gözlerim ekrana kilitlenmiş, içimde bir fırtına kopuyordu. Onun numarasını hâlâ saklamış olmamın doğru olup olmadığını sorguluyordum. Ama bir yandan, içimde uzun zamandır hissetmediğim bir kıpırtı vardı. Aramak… Acaba ne yapıyordu? Hâlâ beni hatırlıyor muydu? Eşimle yaşadığım soğukluk, beni sanki bir uçurumun kenarına itmişti. Ama o uçurumdan atlamak değil, oradan uzaklaşmak istiyordum. Belki onunla konuşmak beni toparlayabilirdi. Derin bir nefes alıp numarayı çevirdim. Çaldı… Çaldı… Derken bir ses duyuldu: “Alo?” O an kalbim hızla çarpmaya başladı. Bu sesi yıllardır duymamıştım, ama değişmemişti. Aynı sıcak, aynı güven veren ton. “Merhaba,” dedim. “Benim… Beni hatırladın mı?” Bir anlık sessizlik oldu. Sonra gülümseyen bir sesle, “Tabii ki hatırladım,” dedi. “Bu kadar uzun zaman sonra sesini duymak şaşırtıcı ama güzel.” Konuşmaya başladık. Sadece eski anılardan bahsetmekle kalmadık, hayatlarımızın nereye savrulduğunu da anlattık birbirimize. O, başka bir şehirdeydi şimdi. Kendi işini kurmuş, hayatında yeni bir düzen kurmuştu. “Peki sen nasılsın?” diye sordu. Bir an duraksadım. Nasıl olduğumu gerçekten bilmiyordum. Güzeldim, gençtim, ama içimde büyük bir boşluk vardı. “Eh işte,” dedim. “Hayat… Bazen yorucu olabiliyor.” O an içimden geçenleri tam anlamıyla dile getirememiştim. Ama o, sesimdeki kırıklığı fark etmiş gibiydi. “Bir şeyler ters gidiyor gibi. Anlatmak istersen buradayım,” dedi. İçimde bir güven hissettim. Ona olan duygularımı, hayatımdaki sorunları, eşimin bana karşı ilgisizliğini anlatmaya başladım. O, beni yargılamadan dinliyordu. “Hiçbir kadın, hele ki senin gibi özel biri, böyle hissetmeyi hak etmiyor,” dedi sonunda. Bu cümle beni derinden etkiledi. O an bir kez daha fark ettim ki, hayatımda beni anlayan birine ne kadar ihtiyaç duyuyormuşum. Konuşmamız bir saatten fazla sürdü. Konuştukça içimdeki yük hafifliyordu sanki. Birden bana bir öneride bulundu: “Bir ara kendine zaman ayır ve bu şehirden biraz uzaklaş. Sadece kendinle kalacağın bir yer bul. Belki her şey biraz daha netleşir.” Bu fikir beni düşündürdü. O sırada çocuklarım uyuyordu ve evde bir sessizlik hakimdi. Onunla konuşmayı bitirdikten sonra kendi kendime bir karar verdim. Eşimden bağımsız, kendim için bir şeyler yapmam gerekiyordu. Ertesi gün çocukları anneme bıraktım ve şehirde küçük bir butik otel buldum. Orada birkaç gün kalmayı planlıyordum. O süre boyunca kendimle baş başa kaldım. Geceleri yıldızlara bakarak düşündüm: Hayatta ne istiyordum? Gerçekten neye ihtiyacım vardı? O süreçte yazmaya başladım. Duygularımı, kırıklıklarımı, mutluluklarımı bir deftere döktüm. Kendimi daha iyi tanımaya başladım. Eşimle aramdaki mesafeyi nasıl kapatacağımı düşünüyordum. Ona ulaşmak için bir yol bulmam gerekiyordu. Dönüşte bir şeyler değişmişti. Ben daha güçlüydüm, kendime daha çok güveniyordum. Eşimle konuşmaya karar verdim. Onunla oturup sakin bir şekilde yaşadıklarımızı anlattım. İhmal edildiğimi, kendimi yalnız hissettiğimi söyledim. İlk başta beni dinlemek istemedi, ama sonra bir şeyler dank etmiş gibi yüzü değişti. “Senin bu kadar kırıldığını fark etmemişim,” dedi. “Ben de iyi bir eş olamadığımı biliyorum.” Bu konuşma, evliliğimizi yeniden inşa etmek için bir dönüm noktası oldu. Birlikte terapiye gitmeye başladık. Zamanla, birbirimizi yeniden tanımaya başladık. Bana çiçekler getirmeye, dışarıda vakit geçirmeyi teklif etmeye başladı. İlk başta her şey tuhaf geliyordu, ama sonra alıştık. O telefon konuşması belki de hayatımı kurtarmıştı. Çünkü o gün fark ettim ki, insan bazen kendi sesini duyabilmek için başkalarının sesine ihtiyaç duyuyor. Ve en önemlisi, hiçbir zaman kendimi ihmal etmemem gerektiğini öğrendim.
HİKAYE 2 – Gölgenin Ardında
Bir kasaba vardı, ne çok kalabalık ne de fazla tenha, ama içinde her şey vardı. Küçük bir gölet, sıcacık kafeler, dar sokaklarda sararmış yaprakların izlerini bırakan sonbahar rüzgârı ve her sabah pazara gelen yaşlı kadınların sohbetleri… Ama en belirgin olanı, o kasabada var olmayan şeydi: gerçek bir aşk hikâyesi.
Tüm kasaba, aşkı duygusal, sessizce, daha çok gözlerde okur; belki de herkesin içinde bir eksiklik vardı, bir şeyler yarım kalmıştı. Bir gün, bu kasabada herkesin hayatını değiştirecek bir hikâye başladı.
Elif, kasabanın dışındaki eski bir konağa yerleşmişti. Çalışmak için büyük şehri terk etmiş, burada sakin bir yaşam sürmek istiyordu. Öğretmenlik yapıyordu, ama her gece, uzun süre masasına oturup yazmak için zaman arıyordu. Kalemiyle duygularını kağıda döküyordu; kimse bunun farkında değildi.
Bir sabah, kasabanın en büyük parkında yürüyüş yaparken, Elif’in yolu bir adamla kesişti. Bu adam, kasabanın en sessiz insanlarından biri, aynı zamanda ormanın içinde bir çiftlikte tek başına yaşayan Kerem’di. Birçok kişi onun hakkında söylentiler uydurmuştu; kimisi yalnız, kimisi biraz garip, kimisi de hiç kimseyle sohbet etmeyen bir adam olarak tarif ediyordu. Ancak Elif, onu sadece bir yabancı olarak gördü.
Kerem, Elif’i fark ettiğinde, kasabanın genelde huzurlu havası bir anda değişmişti. Onun gözlerindeki huzuru, derinliğini ve belli belirsiz bir boşluğu hissedebiliyordu. Elif, her zaman gözlerini kaçıran ama bir şekilde kendine çekilen bir bakış vardı. Ancak, sadece birkaç saniye sonra, karşılaştıkları bakış, iki insan arasında yeni bir başlangıcın ilk işaretini verdi.
Kerem, Elif’in öğretmen olduğunu öğrendiğinde, kasabanın okulunda ona daha fazla rastlamaya başladı. Her sabah işe gitmek için geçerken, Elif’in bahçesinden gelen çiçek kokuları ve eski taşlardan düşen yaprakların sesi, Kerem’i düşüncelere sevk ediyordu. Yavaşça, kasaba içinde tesadüfi karşılaşmalar olmaya başladı. Bir kitapçıda, bir çay bahçesinde, bir yürüyüşte. Elif, başlarda mesafeli davranmış olsa da, Kerem’in ona hissettirdiği huzurdan ve anlamlı sessizlikten hoşlanıyordu. Onların arasındaki konuşmalar kısa ve özdü, ama bir şekilde anlamlıydılar. Her şey normaldi ama bir anda her şey farklı olmaya başlamıştı.
Bir gün, kasabanın en yüksek tepe noktasına doğru yürüyüş yaparken, Elif’in ayağı kaydı ve dengesini kaybetti. Tam düşecekken, Kerem onu hızla yakaladı. O an, gözlerinin içine bakarken bir şeylerin değiştiğini fark etti. Kalbi hızla atmaya başladı. Kerem’in ellerinin ellerinde bıraktığı sıcaklık, Elif’in bedenine kadar geçti.
“O kadar dikkatli olmalısın,” dedi Kerem, ancak sözlerinin ötesinde bir şeyler vardı.
Elif, Kerem’in ellerinden kurtulmak istemedi. Zihninde, her şeyin farklı olabileceğine dair bir his vardı. Birbirlerine baktılar, ama ne söyleyeceklerini bilemediler. İkisi de aynı düşüncedeydi; ama ikisi de bu hisse yabancıydı.
Zaman geçtikçe, Elif ve Kerem arasındaki bağ daha da derinleşti. Birbirlerine yazdıkları mektuplar, kasabanın sakinleri tarafından fark edilmeye başlanmıştı. Her gün biraz daha yaklaşıyorlardı, ama biri diğerinden önce hislerini itiraf etmiyordu. Onlar için kelimeler, duygularını açıklamaktan çok, birbirlerinin varlığını anlamak için yeterli oluyordu.
Bir akşam, kasabanın yıllık festivali sırasında, Elif ve Kerem birlikte yürümek için buluştular. Ağaçların üzerindeki lambalar, her adımlarında birer yıldız gibi parlıyordu. Fesleğen ve lavanta kokuları havada asılıydı.
Kerem, Elif’e dönerek bir şeyler söylemek için derin bir nefes aldı. “Beni sevip sevmediğini bilmek istemiyorum,” dedi. “Ama seni sevmenin nasıl bir şey olduğunu her geçen gün daha çok öğreniyorum. Bunu kabul ediyorum.”
Elif, bir an sessiz kaldı ve gözlerini yerden kaldırarak Kerem’in yüzüne baktı. O an, kalbinde derin bir huzur ve aynı zamanda belirsizlik vardı. Ama sonra gülümsedi. “Ben de… seni seviyorum,” dedi.
Ve bu sözler, sadece iki insan arasında değil, aynı zamanda kasabanın dört bir yanındaki rüzgârda yankılandı. O günden sonra, herkesin kalbinde bir şey değişti. Aşk, kasabanın içinde derin bir kök salmıştı. Elif ve Kerem, sadece birbirlerinin hayatlarını değil, aynı zamanda kasabanın her köşesini de değiştirdiler.
Yıllar sonra, kasabanın çocukları Elif ve Kerem’in hikâyesini anlatırlardı. Bir öğretmen ve bir çiftçi arasındaki aşk, kasabanın en güzel masalına dönüşmüştü. Onların aşkı, bir şekilde herkesin içinde var olan ama çoğu zaman unutulmaya yüz tutan bir duyguya dönüşmüştü.
Ve kasaba, her yıl sonbaharda, bir çiftin ellerinden düşen yapraklarla bir aşk hikâyesinin yeniden doğuşunu kutlardı.
HİKAYE 3 – Kayıp Bir Bakış
Deniz, her sabah aynı kafeye giderdi. Gözleri, içeri girer girmez o masadaki kıza takılırdı. Uzun, dalgalı saçları ve gülümsemesiyle Deniz’in kalbini çalan o kız, Ayşe’ydi. Ayşe, kitap okumayı severdi ve kafede saatlerce bir köşede kaybolurdu. Deniz, cesaret edemezdi. Sadece uzaktan seyreder, onun gülüşünü dinlerdi.
Ayşe’nin gözleri hiç Deniz’e denk gelmezdi. Deniz’in varlığından haberi yoktu. Deniz, her gün aynı umutla kafeye gelir, aynı köşede otururdu. Belki bir gün göz göze gelirler, belki bir kelime bile edebilirdi. Ama her gün aynı hayal kırıklığıyla karşılaşır, yine yalnız dönerdi.
Yıllar geçti. Deniz, hala aynı kafeye gidiyor, hala aynı köşede oturuyordu. Ayşe de değişmemişti, hala kitap okumayı seviyordu. Ama Deniz’in kalbi artık eskisi gibi çarpmıyordu. Aşkın ateşi sönmüş, yerini derin bir hüzün almıştı. Belki de aşk, karşılıksız verildiğinde böyleydi. Belki de aşk, sadece uzaktan seyredilen bir rüya gibiydi.